Hokka ile yazı yazan kuşak ile bilgisayarı kullanan kuşak, şimdi aynı zaman diliminde yaşıyor ve birinciler hala ikincilerin hayatını tayin etmeye çabalıyor.
Wittgenstein arkadaşına soruyor: “İnsanların güneşin dünyanın etrafında döndüğüne yıllarca inanmasını anlayamıyorum?” Arkadaşı: “Çok basit. İlk bakışta öyle görünüyor da ondan” diyor. Filozofun yanıtı: ‘‘Peki farklı düşünmeleri için nasıl bir görüntü gerekiyordu?”
Demek ki, görüntü ve söylemlerin arka planını okuyabilmek, ne gördüğümüzden çok, nasıl gördüğümüzle ilgilidir.
Bugün egemen siyasetin kitlelerle kurduğu ilişkinin aynısının muhalif siyasi anlayışlarca da kullanılarak benzeşme yaşanması, siyaseti tektipleştiriyor. Toplumdan beslenmeyen bir siyaset çürümeye ve yozlaşmaya mahkum oluyor.
Sadakat yerine liyakat üzerinden bir siyasi yenilenme ihtiyacı ortada. Kabalaşan (vülgerleşen) siyaset ile düzenle bütünleşen siyaset arasındaki salınımı bozmak gerekiyor.
Dünyada süpermarket tarzı toplum modeli revaçta artık. Ve günümüzün çağdaş tanrısı yine piyasa. Burjuvazi, entelektüel piyasada monopolleşti. Odun çalmayı da, köprü altında uyumayı da, zenginlere de yoksullara da tarafsızlıkla yasaklayan yaklaşımlar, “formel eşitliklerin” hileli yapısını, açıkça gözler önüne seriyor.
“Ne olsa, gider” şeklindeki postmodern yaklaşımın eksensizliği karşısında, emek eksenli bir rota, pusulayı oluşturuyor.
Yeni liberal küresel ideoloji ve tasarım karşısında, 21. yy. solunun siyaseti tam anlamıyla demokratik, özgürlükçü ve eşitlikçi olmalıdır. Bir avuç öncünün toplumun tümünü kurtaracağı gibi ikameci anlayışlar geçerli değil artık. O nedenle de şimdiye kadar yaşanmış ve başarısızlığı tescil olmuş sosyalizm modellerinden kendimizi ayırma ve eleştirel bir değerlendirmeye tabi tutma önemlidir.
Ama yeni siyasetin bir kullanım kılavuzu da bulunmuyor. Klişe siyaseti, kapalı devre siyaset, istemezük siyaseti yerine, toplumun talepleri doğrultusunda şekillenen bir siyasete ihtiyaç var. Siyaset, geleceği örgütleme ve tasarlama işiyse, bir yandan yeni liberal politikalara karşı emek eksenli bir zeminde tutum alırken, diğer yandan da bürokratik sosyalizmin çözemediği sorunlar üzerinde fikri yoğunlaşmaya ihtiyaç vardır.
Artık ikameci, makyavelist, monolotik, demokratik ve özgürlükçü olmayan bir siyaset yaklaşımına geri dönülemez.
Sol, toplumsal dönüşüm ve değişimi gerçekleştirme iddiasını, büyük ölçüde içine döndüğü için yitirdi. Sol, toplumsal desteklerini yitirdi, altındaki toprak kaydı. Güç/iktidar ilişkilerini nasıl dönüştürürüz yerine, bu alanda nasıl yer tutarız eğilimi yaygınlaştı. Dayanışmacı ve sosyal bir solun inşası, o yüzden önem taşıyor.
Sol, emekçilerin çıkarını toplumun diğer kesimlerinin çıkarıyla ilişkilendirecek bir karşı hegemonyaya ve organik bağa şimdilik sahip değil. Karşımızda sağda da sosyal demokraside de pörsümüş bir jakobenizm var. İttihatçı ve itilafçı geleneğin çizgisi inatla devam ediyor. Bizi eritmek isteyen otoritelere karşı, erimek istemeyenlerin kürsüsünü kurmak önem taşıyor. Anakronik (tarihdışı) bir tarih anlayışından kurtulmak gerekiyor. Geçmişin topyekün reddi ya da kabulü, toptancı ve idealist bakış açılarıdır.
Örneğin Cumhuriyet ya da laiklikten yana olmak, kimseyi otomatik olarak solcu kılmıyor. Aydınlanma bilgiyi laikleştiriyor, ama fizyokratların da aydınlanmacı olduğunu unutmamak gerekiyor. Aydınlanmacılık kimseyi kendi başına muhalif kılmıyor. Hem “bırakınız yapsınlarcı” olup, yani serbest rekabet dediğimiz, en uygun olanın hayatta kalması ilkesini benimseyip, hem de liberalizm gibi bir egemen ideolojiye sırf aydınlanmacı kökleri nedeniyle muhalif saptaması yapılamaz.
Liberaller de cumhuriyetçi ve laiktir. Kim Çiller’in, De Gaulle’ün laik olmadığını söyleyebilir ki? Ama bu muhafazakar kimliklerden solculuk üretilemiyor.
Toplumun bu hali ile bir yere varamayacağına dair ümitsizliğimiz, aslında geleceğe ilişkin ümidimizin kaynağını oluşturuyor. Özellikle kriz ortamlarında yurttaşta görülen istikrar arayışı, kolaylıkla değişim taleplerinin önüne çıkabiliyor. Böylesi bir uğrakta aranan istikrarın anlamının sorgulanmaması ilginçtir.
Her ne kadar kapitalizmin tarihi, yaşanan bir dizi bunalımın tarihi ise de, her bunalım siyasi yapının da değişmesine yol açmaz. Ta ki, sermayenin yeniden üretiminde karşılaşılan zorluk ve tıkanıklıklar, doğrudan kapitalist üretim tarzının hakimiyetini tehlikeye düşürecek ölçüde artana kadar.
Bu tür kriz durumlarında, hakim sınıf içindeki değişik eğilimler arasında da çelişkiler artar ve bu çelişkilerin liberal bir devlet biçimi içinde çözümü zorlaşır. Birey ve kurumların normal zamanlardan çok, kriz zamanlarında ve kendi gibi düşünenlere değil de, farklı düşünenlere nasıl davrandıkları önem taşır.
Bugün yeni sağın iddialarının aksine, ideolojilerin yok olmadığını, ama tektipleştiğini ve liberalizmin tek kale maçına dönüştüğünü gördük. Liberalizmin eşdeğerlerin mübadelesi ilkesinin bile ideolojik olduğunu ve eşitsizliği gizlediğini biliyoruz. Liberalizmin serbestçiyetçiliği karşısında, varolan egemenlik ve eşitsizlik ilişkilerinin dönüşümünü esas alan sol politikaların başat olma ihtimali vardır.
Çünkü liberalizmin, bireysel çıkarın toplamının, toplumun çıkarını sağladığı tezi ve anlayışı inandırıcılığını yitirdi. Burjuvazinin aklının kendisi, ötekine karşı kayıtsız kalmaktadır. Burjuva aklın ahlakı yoktur. Liberalizmin serbestçiyetçiliği karşısında, özgürlükçü bir yaklaşımı tercih ediyoruz.
İdeolojilerin sonu, siyasetin sonu, aslında hayatın da sonu anlamına geliyor. Hayatımıza son vermek isteyenlerin efsunlarından çıkmamız için, günübirlik siyasi mücadeleyi uzun vadeli tasarımlarımızla, umutlarımızla sımsıkı ilişkilendirmeliyiz ki, insan hallerinin yaratıcılığı, bütün bu yüzyılın kabusundan bizi uyandırabilsin.