yoldaş Praksist - Yazar
Mesaj Sayısı : 122 Yaş : 40 Puan : 147 Kayıt tarihi : 16/11/08
| Konu: SİZ BU DÜNYANIN VİRÜSLERİSİNİZ... - AYDIN YILDIRIM Ptsi Eyl. 20, 2010 6:39 pm | |
| ‘SİZ BU DÜNYANIN VİRÜSLERİSİNİZ!’
İnsanın doğayla etkileşimine dikkat ettiğimizde çok hazin bir tabloyla karşılaşıyoruz. Sanırım dünya 5 milyarlık yaşının ilk 4 milyar 800 yıllık dilimine nazaran şu son 200 yılda çok daha fazla yaşlanmış, kirletilmiş ve geri dönülmez biçimde yıpratılmıştır. Canlılar dünyasının bu en zeki olduğu iddia edilen türü, hem kendi türünü hem de tabiat ananın mezar kazıcılığını öyle bir üstlenmiş durumda ki kimi zaman doğaya uyum sağlama kimi zaman da doğayı kontrol altına alma kulplarıyla haklılığının ispatı peşinde.
Görece dar bir deneme yazısı içinde çevre katliamlarını, bozulan doğa dengesini, nesli tükenen hayvanları, küresel ısınmayı, genetiği değiştirilmiş organizmaları, ozon tabakasının delinişini ve benzeri birçok insan kaynaklı sorunu nasıl dile getirmeli ki? Her biri ciltler dolusu kitaplara bedel bu felaketleri kalem ucuyla geçiştirmek, belki de bize en fazla bu sorunlarla ilgili tepkimizi dile getirerek insani görevimizi, sorumluluğumuzu yerine getirdiğimiz boşalım duygusundan başka ne sağlayabilir ki? Sonra da görevini yerini getirmiş bir insanın gururuyla ve İngiliz aristokratlarını aratmayacak cakalı bir yürüyüşle kalkarız yazının başından. Oysa kutupların bembeyaz buzunda başı çekiçle parçalanan bir su samurunun, yine kar beyaz tüylerinden sızan kızıl kan, artık çoktan kurumuştur buzulun üstünde.
Evet, insanız biz. Dişi için filleri derisi için ceylanları avlarken de insandık. Zevk için ava çıktığımız da olurdu. Keklik bulamayınca, atış yapamamanın siniriyle kaç leylek düşürdük kim bilir avdan dönüş yollarında?
Kalemime hâkim olmakta güçlük çekiyorum. Satırlarım yüzüme haykırıyor. Hadi boğaları da anlat diyor hem de öyle İspanya'lara gitmeden. Matadorun kırmızı pelerini ya da pikadorun keskin kılıcı altında hiç olmazsa dövüşerek ölen arenazede boğalara kadar ulaşmadan, burada, gözümüzün önünde her yıl cereyan eden katliamı yaz diyor. Her kurban bayramında kalaslarla kovalanan, taş yağmurlarına tutulan, arabalarla sıkıştırılıp çarpılan, çivili sopalarla dövülen ve bize sebep kazandırıp cennetin kapısını aralayan bahtsız boğaları anlat. Çünkü onlar bizim insanlığımızın resmidir. Hayır diyorum satırlarıma, doğaya karşı suçluluğumuzu anlatırken din tacirlerine malzeme vermek istemiyorum. Çünkü daha Einstein’ın dediğini, zor olanı başaramadık. Atomu parçaladık ama insanlarımızın ön yargıları hala Çin Seddi gibi dimdik ayakta.
Okyanusun derinliklerinden uzayın sonsuzluğuna kadar atıklarımızı yığdığımız bu bahtsız dünyada, körfez savaşındaki petrol deryası içinde yüzen, kanatlarını bir türlü açamayan, çırpındıkça batan, o deniz kuşlarından, karabataklardan, martılardan daha acınası bir haldeyiz. Asit yağmurları altında romantik öpüşlerin hazzını alamayız artık. Büyük şehirlerimizdeki ışık kirliliğinden dolayı Samanyolu’nu göremeyiz; yıldızları görmeden yaşamak metropollülerin kaderi şimdi.
Sıktığımız her deodorant, arabamızın egzozundan çıkan her duman bulutu, altın arayışı için kullandığımız her damla siyanür, yanan her orman, kirlenen her nehir, nükleer her atık yavaş yavaş silinişimizin, bu evrenden sıyrılıp gidişimizin birer habercisi.
Hani bir film vardı sinemalarda, Matrix’di sanırım adı. Dünyayı ele geçiren yapay zekâlı robotlardan biri, bir insanın gözlerinin içine baka baka, “Siz bu dünyanın virüslerisiniz. Tüm kaynakları tüketiyorsunuz. Gittiğiniz her yerde yaşam son buluyor. Dünyada yaşamın varlığı için siz insanlar yani virüsler kontrol altına alınmalısınız.” diyordu. Bir robot, koskoca insanlık âlemine bir kanser virüsü muamelesi yapıyordu ve maalesef insanlığın kurtuluşu ve ya savunusu adına filmde hiçbir jargon geliştirilemiyordu. (Noe gibi üstün yetenekli kurtarıcı kahramanları beklemekten başka.) Ama biz biliyoruz; bir kurtarıcı gelmeyecek.
Bu dünyayı ‘nasıl’ bu hale getirdiysek, yani ‘nasıl’ını çözümleyebilirsek, belki kurtuluşun da taktiğini de üretebiliriz.
Ben derim ki; umut insanda. Hem de insanlığın ta kendisinde. Eğer insanlarımız bu doğanın kendisi için yaratıldığı saplantısından kurtulup kendisi doğanın bir parçası olarak görürse, atom bombasının oluşturduğu o mantarımsı bulutun dumanlarını gözlerinin önünden çekip pisliğinin üstünü örten minik bir kedi yavrusu kadar bile sorumluluğunu bilirse, doğacı ve toplumcu bir bilinç geliştirirse, tüm sistemini bu bilinç üstüne kurursa, işte yine ormanlarımız zümrüt yeşili, yine göğümün mavi, hem de masmavi…. B u yazı Genç Praksis Dergisi'nin 3. sayısında ve Turnusol sitesinde yayınlanmıştır...: ( http://www.turnusol.biz/public/makale.aspx?id=7460&pid=15&makale=Vir%FCs... ) | |
|