Demokrasimiz emekliyor
Narcis Serra, ya da hadi tam adıyla söyleyelim Narcis Serra i Serra, yakında Türkiye’ye geliyor ve bizim ondan öğrenebileceğimiz çok şey var. Serra, 1943 doğumlu bir akademisyen; dünyanın saygın siyasetbilim teorisyenlerinden biri; aynı zamanda çok deneyimli bir demokrasi pratisyeni.
15 mayısta İstanbul Bahçeşehir Üniversitesi’nde düzenlenecek olan “Demokratik Anayasa’ya Geçişte İspanyol Deneyimi” adlı toplantıda, Franco rejiminden sonra İspanya’nın demokratikleşmesini anlatacak Serra; özel olarak da, orduyla sivil hükümet arasındaki ilişkilerin demokratik esaslara uydurulması için yapılanlardan bahsedecek.
Bu, Serra’nın çok iyi bildiği bir konu... Zira onun, Barcelona ve Madrid politikalarında aktif olduğu yıllar İspanya’da “trancision” diye bilinen “demokrasiye geçiş” dönemine denk düşüyor. Serra’nın, bu yıllardaki tecrübelerini, akademik bir yaklaşımla bütünleştirerek ve diğer ülkelerde yaşananlarla karşılaştırarak anlattığı La transicion militar : Reflexiones en torno a la reforma democratica de las fuerzas armadas (Askerî Geçiş: Silahlı Kuvvetlerin Demokratik Reformu Üzerine Düşünceler) başlıklı kitabı iki yıl önce İspanya’da yayımlandı ve bugün dünyada, bu alanda yazılmış temel eserlerden biri sayılıyor.
Serra, 1979-1982 döneminde, Barcelona’nın belediye başkanıydı. İki milyona varan nüfusuyla İspanya’nın ikinci büyük şehri olan Barcelona, bugün mâlûm, aynı zamanda Katalan Özerk Topluluğu’nun başkenti. Serra bir anlamda Katalanya’nın kalbini yönetiyordu yani.
İspanya Sosyalist Partisi’nin, Ekim 1982’deki genel seçimlerden büyük zaferle çıkmasından sonra hükümet kuran Felipe Gonzalez, Serra’yı Barcelona’dan Madrid’e çağırıp Savunma Bakanı yaptı. Serra, savunma bakanlığı görevini sekiz yıl sürdürdü ve “Avrupa demokrasileri arasında, savunma bakanlığı portföyünü en uzun süre elinde tutan siyasetçi” oldu.
1982-1990 yılları, aynı zamanda İspanya’da “demokratik konsolidasyon” diye adlandırabileceğimiz yapısal siyasi reformlara sahne olan, Franco rejiminin izlerinin silindiği ve sivil-asker ilişkilerinin tam anlamıyla demokratikleştirildiği yıllardı. Serra, savunma bakanı olarak, bu reformlarda öncü bir rol üstlendi.
Bakanlığının ardından, Sosyalist hükümetin başbakan yardımcılığını da yapan, 1996-2000 arasında Katalanya Sosyalist Partisi liderliğini yürüten, 2004 martına dek de milletvekilliği devam eden Serra, bugün uluslararası düzeyde, demokrasi ve sivil-asker ilişkileri konusundaki tezleriyle öne çıkan bir yazar.
Taraf’ta bugünden itibaren, Serra’nın La transicion militar kitabından yola çıkarak, “silahlı kuvvetler demokrasiye nasıl uyum sağlar” sorusuna cevap arayacağız.
Orduyu kışlada tutabilmek
Soruyu, o en eski biçimiyle de sorabiliriz, tabii. Quis custodiet ipsos custodes? Romalı şair Juvenal, tam iki bin yıl önce böyle sormuştu: Muhafızların muhafızlığını kim yapacaktı? Bizi, koruyuculardan kim koruyacaktı?
Rejimi koruma ve kollama gerekçesiyle, doğrudan ya da dolaylı bir siyasi rol üstlenmiş olan silahlı kuvvetlerin kışlasına geri döndürülebilmesi ve orada tutulabilmesi, askerlerin başlarını ikide bir nizamiyeden dışarı çıkarmayacaklarının garanti edilmesi, demokratikleşmeye çalışan ülkelerin bugün hâlâ en temel meselelerinden biri.
Bir demokrasi, ne zaman gerçek bir demokrasi olur?
Yirminci yüzyılın son çeyreğinde, Avrupa’da ve Latin Amerika’da yaşanan demokratikleşme süreçlerinde bu soruya verilen pratik cevaplar, demokrasiye ilişkin akademik tezlerin de zamanla değişmesine neden oldu; tecrübe, teoriyi yeniden şekillendirdi.
Narcis Serra, İspanya üzerinde yoğunlaşan ve 2010 Türkiye’si için rehber niteliğinde okunabilecek olan La transicion militar kitabında, kendi tecrübelerinin ışığında, demokratikleşmeyi askeriyenin reformuyla doğrudan bağlantılandıran bir yaklaşım ortaya koyuyor.
Britanya’da Oxford çıkışlı siyaset bilimcilerin ilk kuşağının en önemli temsilcilerinden sayılan S.E. Finer (1915-1993) “Bir ülkenin demokratik biçimde işleyebilmesi için tek istikrarlı çözüm, ordunun, sivil iktidarın emrinde olduğunu kati surette kabul etmesidir” demişti.
Narcis Serra da, kitabında bu fikre katıldığını belirtip ekliyor: “Askeriyenin, sivillerin emrinde olması, aynı zamanda, bir bütün olarak ordunun, devlete etkin hizmet verebilmesi için de şarttır.”
Velhasıl, gerçek bir demokrasi ile güçlü bir ordu için uygulanması gereken reçetenin ortak olduğunu düşünüyor Serra ve bunu, “üniformalıların sivillere itaati” diye özetliyor.
Birer memur olarak subaylar
Serra’nın, demokratikleşme açısından, en az bu reçete kadar önemli saydığı bir diğer konu da, “Bir ordu içinden çıktığı topluma ne kadar benzemelidir” ya da “Hükümet, ordunun toplumla aynı değerleri paylaşmasına karar verebilir mi” sorularına verilecek olan cevap.
Bu soruların, ilk anda “tepeden inmeci” bir yaklaşımı, toplum ya da ordu mühendisliğini akla getirdiği kesin. Oysa, Serra bu tür mühendislikleri benimseyen bir siyasetçi değil. Tam tersine, “bir ordunun içinde bulunduğu toplumla aynı değerleri taşıması gerektiği” cevabını verirken, bunun aslında “doğal durum” olduğunu ve özel bir eğitim sistemiyle beyni yıkanmamış subay ve astsubaylar için zaten geçerli olduğunu ima ediyor.
Siyasetbilimle ilgilenenler, teoride bu soruya çok farklı iki cevabın verildiğini bilirler. Sivil-asker ilişkileri konusundaki görüşleri bugün epey eskimiş sayılsa da, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tam bir guru gibi benimsediği Amerikalı Samuel Huntington (1927-2008) özetle, “Ordu, etkin olabilmek için farklı olmak zorundadır” der.
Serra, bu konuda Huntington’ın fikrinin “yanlış ve tehlikeli” olduğunu söyleyerek, bir başka Amerikalı akademisyen, tanınmış sosyolog Morris Janowitz’in (1919-1988) tezine sahip çıkıyor.
Janowitz’in tezi, “Ordu, askerî açıdan daha etkin bir ordu olabilmek için sivil değerlere ve süreçlere giderek daha fazla yaklaşmalıdır” diye özetlenebilir. Niccolo Machiavelli’nin on altıncı yüzyılın ilk yarısında, Dell’arte della guerra’yı (Savaş Sanatı Üzerine) yazarken “askeriyenin hayatı ile sivil hayat kadar birbirine benzemeyen iki şey daha yoktur” dediğini biliyoruz ama Serra, bu kesin hükme Alman sosyolog Max Weber’in (1864-1920) ağzından aynı netlikte bir cevap vermeyi yeğliyor: “Askerî rütbe sahibi olan bir kişi, yani bir subay, burjuva toplumunun herhangi bir memurundan farklı değildir. Esasen, modern kitlesel ordu aynı zamanda bürokratik bir aygıttır, subaylar da belli bir uzmanlığa sahip olan devlet memurlarıdır.” İşte bu kadar...
Her subayın bir “memur,” her generalin “yüksek dereceli bir memur,” her komutanın “seçilmiş sivil liderlerin emrinde bir yâver” olduğunu düşünmeye başlamak, Serra’ya göre, sağlıklı bir demokratik yaklaşım için şart.
Aslında buna, askeriyeye bakışın “normalleşmesi” de diyebiliriz. Bu normalleşme, ordunun “devlet içinde bir devlet,” “devletin ta kendisi,” “hükümetin eşdeğeri” ya da “hükümetin âmiri” gibi kurumsal açıdan özerk ve üstün bir konuma sahip olmasının demokrasi açısından bir “anomali” olduğunu anlamamızı kolaylaştırdığı gibi, Türkiye’de hâlâ pek yaygın kullanılan “kurumlar arası uyum, kurumlar arası diyalog” gibi kavramların, orduya atfettiği o çok özel konuma, demokrasilerde yer olmadığını da hatırlatıyor.
Serra’ya göre, “Kendisini, devletin diğer kurumlarıyla diyalog halindeki bir kurum olarak gören ve böyle görülen bir ordudan, devletin içindeki özel alanlardan biri olarak devlete tamamen entegre olmuş bir orduya geçiş” aslında demokratikleşmenin de en temel tariflerinden biri.
Demokrasiye geçişin iki aşaması
1974’te Portekiz’de diktatörlüğün sonunu getiren Karanfil Devrimi sırasında, dünyadaki 145 ülkeden sadece 39’u demokrasiyle yönetiliyordu. İzleyen çeyrek asır, dünyayı çok değiştirdi ve 2000’li yıllara girdiğimizde, demokrasilerin sayısı 117’yi bulmuştu. Yirminci yüzyılın son yirmi yılında, toplam 85 otoriter rejim yıkıldı, bunlardan 30’u bugün istikrarlı birer demokrasi sayılıyor, 34’ü yeni otoriter rejimlere dönüştü, 21’i ise “yarı-demokratik” nitelikte.
Narcis Serra’nın kitabı da, esasen istikrarlı demokrasilerle bu yarı-demokratik rejimler arasındaki farkı irdeliyor, bu farkın askeriyenin reformuyla yakından ilgili olduğunu anlatıyor. Serra’nın, ordusunu kışlasında tutamayan ya da en azından askerinin siyasetten elini çekmesini tam olarak sağlayamayan Türkiye gibi ülkeler için bulduğu çok sayıdaki ad arasında, “formel demokrasi, yarı demokrasi, zayıf demokrasi, kısmî demokrasi, temsilî demokrasi” gibi nicesi var, ama doğrusu ben en çok “düşük yoğunluklu demokrasi” sözünü seviyorum.
Türkiye ve benzeri ülkeler “düşük yoğunluklu demokrasi” olmaktan nasıl çıkabilirler? İstikrarlı demokrasi nerede, nasıl, ne zaman sağlanır?
Serra, kendisinden önceki birçok akademisyen gibi, demokratikleşme sürecini iki temel aşamaya ayırıyor: Geçiş ve konsolidasyon.
1936 doğumlu Arjantinli siyaset bilimci Guillermo O’Donnell’ın bu iki aşamayı tanımlama biçimi, genel hatlarıyla, Serra tarafından da kabul ediliyor.
O’Donnell’a göre, bu iki aşamanın ilki, yani “geçiş,” otoriter rejimin, diktatörlüğün, askerî konsey hükümeti vs. benzeri bir seçilmemiş idarenin yerini, sandıktan çıkan demokratik bir hükümetin alması dönemidir. İkinci aşama, yani “konsolidasyon,” ondan sonra başlar ve demokratik rejimin yerleşmesi, yapısallaşması, kurumsallaşması anlamına gelir.
Nispeten kısa ve kolay olan “geçiş” aşamasını, hemen her zaman, çok daha karmaşık, uzun ve inişli çıkışlı bir süreç olan “konsolidasyon” izler ama deneyimler gösteriyor ki, bu ikinci aşama bazen on yıllar boyunca tamamına ermeyebilir.
Serra’nın benimsediği yaklaşımdan yola çıkarsak, Türkiye’nin “demokratik konsolidasyon” aşamasına henüz yeni yeni geçmekte olduğunu ve belki de, TBMM’de geçen hafta kabul edilen anayasa değişiklik paketinin, darbe hukukunun yapısal dayanaklarına ilk kez dokunarak bu geçişin ilk adımını atmamız anlamına geldiğini söyleyebiliriz.
Askerî vesayet sapkınlığı
Burada, demokratik konsolidasyonun daha ayrıntılı bir tanımını yapmak, hem Türkiye özelinde, hem de yarınki Taraf’ta ayrıntılı biçimde üzerinde duracağımız İspanya örneğinde, daha berrak düşünmemizi kolaylaştırabilir.
1940 doğumlu Polonya asıllı siyasetbilimci Adam Przeworski’nin, Serra tarafından da kullanılan ve bu yazı dizisinin çıkış noktasına uygun düşen tanımıyla söylersek, “Sivillerin askeriyeyi denetiminin kurumsal çatısı, demokratik konsolidasyonun da sinir sistemidir.”
Serra’nın gözünde, “demokratik konsolidasyon süreci, ordu açısından, demokratik yollarla işbaşına gelmiş olan hükümetlerin karar ve eylemlerini veto etme imtiyazı tümüyle ortadan kalktığında başlar.” Tekrar etmekte yarar var; ordunun siyasi alandaki “veto” hakkı, yetkisi ya da fiili uygulaması ortadan kalktığında, demokratik konsolidasyon bitmiş olmuyor Serra’ya göre, sadece başlamış oluyor. Ve Türkiye, henüz o noktada değil.
Serra, demokratik konsolidasyonu sağlayabilmek için, askeriyenin rolüne ilişkin iki temel “sapkınlığı” sistem dışına atmamız gerektiğini düşünüyor. Bu iki sapkınlıktan ilki, “Ordunun, demokratik yollarla elde edilmemiş bir vesayet yetkisine sahip olması.” İkincisi ise, “Siyasi kararlar gerektiren bazı konuların, ordunun tekeline bırakılmış olması.”
Her iki sapkınlık da Türkiye’de mevcut... Serra ise örneklerini başka ülkelerden seçiyor; örneğin Bolivya Silahlı Kuvvetleri’nin İç Hizmet Tüzüğü’nün ilk maddelerindeki şu ifadeler, askerî vesayetin tanımına bire bir uyuyor Serra’ya göre:
“Silahlı Kuvvetler’in görevi Bolivya anayasasını, ulusal birliğini ve devletin demokratik kurumlarını korumaktır; ülkenin bağımsızlık tarihini simgelemek ve Cumhuriyet’i güçlendirmektir; dolayısıyla da, özgürlüğün, ilerlemenin, ruhani birliğin ve toprak bütünlüğünün bekçisi olmaktır.”
Bolivya ordusunun bu görevini “antidemokratik” bulan teori, TSK’nın İç Hizmet Kanunu’nda “Umumi Vazifeler” başlığı altındaki ilk madde olan Madde 35 için de farklı düşünmeyecektir kuşkusuz: “Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumaktır.”
Serra’nın ikinci sapkınlık dediği “rezerv alanlar” ise, diyelim ki Kolombiya’da bir “iç düşman”a karşı savaşan ordunun, bu savaştaki kararları siyasetçilerden bağımsız olarak alma ya da Arjantin ordusunun kendini Falkland Adaları konusundaki ulusal tasarruflarda “esas karar mercii” olarak görmesiyle örneklendirilebilir.
Aynı şekilde, Serra’nın fikrî çizgisinde, PKK ile mücadele kapsamındaki askerî operasyonların şekli, ordunun yapısı, yapılacak askerî harcamaların miktarı ve tahsisat yerleri gibi konularda, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin “esas karar mercii” olması da bir sapkınlıktır. Kezâ Kıbrıs, Ermenistan sınırı ya da Ege Hava Sahası ve kıta sahanlığı konularında, karar mercii esas olarak seçilmiş hükümet olmalı ve askeriyenin bu alanda herhangi bir fiili veto imtiyazı bulunmamalıdır.