Önüne gelen dünyamızdaki kültür çatışmasından söz ediyor. Pek farkında olmadığımız, bu çatışmadan söz edenlerin kültürden ne kadar az nasiplendiği.
Keşke çatışan kültürler olsaydı.
Soğuk Savaş'ta taraflar, herkesi refah içinde yaşatacak,
yoksulluğu sona erdirecek bir düzen uğruna çatıştıkları iddiasındaydı.
Tartışma yoksulların hangi ideolojiyle kurtulabilecekleri üzerine
odaklanmıştı. Günümüz dünyasında zengin-yoksul arasındaki fark
tarihimizde olmadığı kadar açılırken, yoksulluk gündemden düştü. ABD'li
Fukuyama'nın, sosyalizmin çöküp kapitalizme yenik düşmesiyle tarihin
bittiğini, Huntington'ın da uygarlık çatışmaları dönemine girdiğimizi
açıklamasından bu yana, yoksulluk türümüzün kaçınılmaz hali olarak
kabullenilir oldu. (Sömürgecilikten ve kölelikten nasibini alan
Afrikalılar başta olmak üzere dünya nüfusunun üçte biri!)
Uygarlıklar çatışması lafını ortaya atan Huntington'ın
satırlarının arasında, üstün Batı kültürünün saldırı altında olduğu
iması yatmakta. İngiliz sömürgeciliğinin zirvedeki yıllarında, Rudyard
Kipling'in "Doğu Doğu'dur, Batı da Batı, asla bir araya gelemez bu
ikili" şiirindeki sözleri de 19. yüzyılda farklı bir şey ifade
etmiyordu. Kipling, kültürleri bile olmayanların yükünü beyaz adamın
taşımaya mahkûm olduğunu söylerken, Batı'nın dünyayı uygarlaştırma
görevine işaret etmişti.
Geçtiğimiz yüzyılda Batı'nın dünyaya bakışındaki cehaletini, hiç
olmazsa akademisyenleri kabul etmiş, sosyal bilimlerde, özellikle
antropolojide başka uygarlıklardan ilkel, vahşi diye söz etmek yerine
farklılıkları vurgulamaya başlamıştı.Kültürler çatışması trenine
binilene kadar.
Şimdi herkes kendi kültürünü üstün görmekte. Hele din ve bayrakla
kültür birleşti mi, kültür çatışmasından çok, kültürsüzleşme başladı
demektir. Avrupa, başka uygarlıklara göre tarihsel olarak
çokkültürlülüğe yabancı. Binlerce yıl bir arada yaşadıkları Yahudiler
bile farklı dönemlerde İspanya, Fransa ve İngiltere'den topluca
sürüldü, Almanya'da soykırıma uğratıldı. Sömürge ilişkisi dışında,
yakın zamandaki ekonomik göçlere kadar başka dilden, dinden, renkten
insanlarla bir arada yaşama tecrübesi olmadığı gibi, onlara tepeden
bakmayı da kültüründe içselleştirdi. Batı'nın cehaletinden kaynaklanan
vurdumduymazlığın ekonomik egemenliğiyle birleşmesi, dünyanın çeşitli
yerlerinde eziklikle örtüşük ibret verici bir kültür şovenizmini
provoke ediyor. ABD'nin de, Batı uygarlığıyla birlikte anılan insan
hakları ve uluslararası hukuku son yıllarda fütursuzca yok sayması,
birçok ülkede bu şovenizmi körükler oldu.
Ama Batı'nın kültür cehaletinin kökleri daha derinlerde.
Geçen hafta Boston'da, ünlü çelist Yo Yo Ma'nın İpek Yolu
projesinin kapsamında Azerbaycan'dan gelen 'Leyla ve Mecnun'
operasından bir uyarlama seyrettim. Gazel ve makamın Batı musikisindeki
yolculuğu huşu içinde izlendi, ayakta alkışlandı. Gelenler o güne kadar
ne böyle bir müzik duymuşlardı ne de böyle bir destana aşinaydılar.
Sıradan bir Azerbaycanlı ya da İranlı 'Leyla ve Mecnun'u
neredeyse ezbere bilir. Bu destan dünya Müslümanlarının ilk akla gelen
eserlerinden. Ne var ki Hindistan, Endonezya, Mısır ya da Türkiye'de
yüz milyonlar 'Leyla ve Mecnun' gibi 'Romeo ve Juliet'in de kim olduğunu bilirken, doktoralı insan
düşen Boston'da bile, Doğu'nun bu ikilisi tanınmıyor.
Harvard Üniversitesi'nin dünyanın en zengin kütüphanelerinden Widener'da bile,Nizami'nin hiç,Fuzuli'nin ise bu eserinin İngilizcesinin tek kopyası var.
O da Can Yücel'in babası Hasan Âli Yücel'in Milli Eğitim Bakanı'yken verdiği destekle çevrilmiş.
'Romeo ve Juliet'in sahipleri 'Leyla ve Mecnun'u tanımazken ortada bir kültür çatışması değil, olsa olsa cehalet var.