Güzel günlere yürümeliyiz!
Anayasa’nın değiştirilmesinin teklif edilmesi bile yasaklanmış; 2. maddesine göre Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir.
Sosyal devlet, insanların insan onuruna yakışır bir yaşam sürdürmelerini sağlayan devlet olarak tanımlanır. Yani sosyal devlet, insanca yaşayabilecek koşulları sağlayacak bir iş, yapılan işe uygun adaletli bir ücret, yaşamı sağlıklı olarak sürdürmeye elverişli barınma ve beslenme koşulları, eğitim, kültür ve sanat hizmetlerinden yararlanarak kendini geliştirme olanaklarını tüm yurttaşlara sağlama yükümlülüğü altında olan ve kamu kaynaklarını bu amaçla tahsis eden devlet olmalıdır.
Ne var ki devlet, sınıf ilişkilerinden bağımsız değildir. Kapitalist sistemde devlet, egemen olan sınıfın, patronların çıkarlarını ve sömürü düzenini güvenceye almakla görevli bir aygıttır. Bütün kurumlarıyla (yasama, yürütme, yargı, güvenlik birimleri vd.) devlet, patronların sömürü düzenini güvenceye almaya çalışmaktadır. Çıkarılacak yasa, yönetmelik, genelge vb. düzenleyici işlemler ve bunların uygulanmasında hep mevcut sömürü düzeninin korunması ve güvenceye alınması gözetilmektedir.
Halkın eğitim, sağlık, sosyal güvenlik haklarının gerçekleştirilmesi için bir türlü kaynak bulamayan hükümetler, sıra patronlara kaynak aktarmaya gelince kaynağı anında buluyor. Temel tüketim maddelerine yapılan zamlar, dolaylı vergiler vb. yollarla halktan toplanan kaynak, patronlara cömertçe aktarılıyor. Bu sadece bizim ülkemize özgü bir uygulama da değil. Gelişmiş kapitalist devletlerde de işleyiş böyle. Çünkü kapitalizmde devlet, tüm kurumlarıyla patronların hizmetinde. Örneğin General Motors, Ford ve diğer otomotiv patronlarına bir kalemde yüzlerce milyar dolar aktaran devletler, işçilerin çalışma saatlerini haftada 78 saate çıkartmaya, ücretlerini ve sosyal haklarını ise düşürmeye ve yok etmeye çalışıyorlar.
AB ülkeleri parlamentolarının bu girişimleri, tüm Avrupa ülkelerinden işçilerin Strasbourg’da düzenlediği miting ile şimdilik engellendi. Ancak patronların ilk fırsatta bu saldırıyı yineleyecekleri kuşkusuzdur.
Ülkemizde de durum farklı değil.
Başbakan’ın ‘Türkiye’yi teğet geçecek’ dediği kriz, özellikle işçi ve emekçi sınıfları vuruyor. Ağustos ayından bu yana işten çıkarılan işçi sayısı 300 bini aştı. Bunlar kayıtlı işçiler. Kayıt dışı işçileri de sayarsak bu miktar en azından ikiye katlanacaktır.
Yalnızca kayıtlı işçileri dikkate alsak bile 300 bin işçinin işsiz kalması, evli ve çocuklu işçilerin aileleri ile birlikte açlığın, yoksulluğun acımasızlığına mahkum olması, çocukların eğitiminin ve beslenmesinin aksaması demektir.
Aileleriyle birlikte açlığa ve yoksulluğa itilen bu işçiler, bugün patronların sahip oldukları değerleri üretenlerdir.
Devlet ve hükümet, işsizlik ve yoksulluğun önlenmesi için kılını kıpırdatmazken, patronlar sıkılmadan kaynakların kendilerine aktarılmasını istiyorlar. Çalışma bakanı patronlara akıl veriyor. İşsizlik Sigortası Fonu’nda biriken parayı kullanmak için İş Kanunu’ndaki kısa çalışma fırsatını değerlendirmelerini istiyor.
Patronlar fırsatı kaçırmıyor ve kısa çalışma ve yasadışı bir uygulama olan ücretsiz izin yöntemiyle işçilik maliyetini düşürerek kârlılıklarını artırıyorlar. Patronlar, ücretsiz izin sürecinde işçileri işten atarak kalan işçileri fazla çalıştırmak suretiyle de kârlarını katlamaya devam ediyorlar. Başbakan “Krizi fırsata dönüştürebiliriz” derken bu tablodan söz ediyordu.
Bu arada bazı sendikaların yönetimlerindeki sınıf düşmanı sendikacılar da patronlarla iş birliği halinde bu hain planların yaşama geçirilmesine tüm güçleriyle katkıda bulunuyorlar.
Bu koşullar altında işçilerin işi gerçekten zor. Ancak çözümsüz değiliz.
İşçiler, mücadele örgütleri olan sendikalarına sahip çıkarken, sendika yönetimlerine yerleşmiş iş birlikçi hainleri yönetimlerden uzaklaştıracak bir çalışma yapmak durumundadırlar. Bunun için mücadele komitelerini kurarak krizin yükünü patronların üstlenmesi için mücadele vermelidirler.
Örgütlenen işçiler, siyasi mücadelelerini de sınıf partisinde örgütlenerek vermeli ve işçi-emekçi iktidarını kurmalı, patronların devletini, işçi-emekçi devletine dönüştürmelidirler.
Çünkü, İşçi B’nin dediği gibi: “Güzel günler gelmez bize, biz güzel günlere yürümedikçe!..”