Mavi gezegenin yüzüne bakınca gördüklerimiz, hanidir vicdanımızın terazisine sığmaz oldu. Yarası bir türlü kapanmayan coğrafyalarda savaşın mayası tuttu, egemenlerin tırnak izleri daha derinlere indi. Kavganın bile örtülü bir ahlakı vardı; unutuldu. İnsanlık savaşı görmeden yaşamaya gönül indirdikçe, gözlerle vicdanlar arasına gerilen habis doku giderek kalınlaştı. Son yıllarda sayısız bilim insanı bu kanlı oyunda görmeyi reddettiklerimizi anımsatmaya çalıştı. Konferansların şöhretli isimleri gözlüklerinin üstünden yüzümüze bakıp Irak’ta, Afganistan’da, Filistin’de halklar yeni bombalarla tanışmak üzereyken akademia’nın bu ‘yalan rejimi’ni açığa çıkarmaktan daha önemli bir görevi olamayacağını anlattılar uzun uzun. Afili jargonlarımızın ardına sığınmaktan vazgeçmenin, zalimin zulmünü yüzüne çarpmanın vaktinin geldiğini anımsattılar.
İncilay Cangöz’ün derlediği Uygun Adım Medya: Bir Bilinç Körleşmesi kitabını bu çağrıya yüksek sesle verilmiş bir yanıt olarak görebiliriz. Kendinden emin, katmanlı ve zamanında bir yanıt. Kendinden emin, çünkü katkıda bulunan yazarların sesi yüksek perdeden ve kristal berraklığında çıkıyor. Katmanlı, çünkü yazarların savaşa ve savaşın medyadaki temsiline bakışları psikanalizden tiyatroya, medya sosyolojisinden fotoğrafa kadar okuruna disiplinlerarası bir okuma, tartışma alanı oluşturuyor. Zamanında çıkmış bir kitap elbette, buna kuşku yok. Bunca savaş(lar)ın ve medya tamtamlarının toz dumanı arasında bizi omuzlarımızdan tutup olan bitenin öyküsünü anlatacak seslere ihtiyacımız var.
Kitabın editörünü iletişim araştırmalarından ya da BİA’nın (Bağımsız İletişim Ağı) internet sayfasında yer alan eleştirel medya yazılarından anımsayabilirsiniz. Cangöz orada da barıştan yana bir haberciliğin neye benzemesi gerektiğini tartışıyor. Kısacası editörün medyaya ilişkin eleştirelliği, geçerken uğranan bir duyarlılık değil.
Savaşçı dil, savaşçı medya
Kitap, iki ana bölümden oluşuyor: Birinci bölüm Savaş ve Yaygın Medyanın Savaş Haberciliğini Okumak başlığını taşıyor. Burada yer alan yazılar, bir bakıma hastalığın tanısına yoğunlaşıyor. Alternatif Medya/Habercilik ve Barış Kültürünü Yaygınlaştırmak ise ikinci bölümün başlığı. Bu bölümde yazılar benzeri çalışmalarda çoğunlukla yanıtsız bırakılan o kritik soruyu, ‘peki, ne yapmalı?’ sorusunu yetkinlikle tartışıyor. Kitabın ilk yazısını Cem Kaptanoğlu’nun kaleminden okuyoruz. Kaptanoğlu saldırganlığın doğasını psikanalizin olanaklarından yararlanarak sorgularken, insan yavrusunun insanlaşma yolunda kaçınılmaz olarak engellenmeyle karşılaştığını, bunun da saldırganlaşmaya yol açtığını anımsatıyor. Peki, öfkemizi dışa vurmanın bunca yaratıcı ve ilerici yolu varken, neden savaşıyoruz? Yazar bu soruyu yanıtlarken, egonun bütün engelleri ve kendi dışında kalan ötekileri yok etmeye dönük yayılmacı yapısı ile “en eski ideali dünyayı kendine benzetmek olan kapitalizm” (s. 24) arasındaki amaçsal ortaklığa yakından bakmamızı öneriyor.
Özgür İlke Şanlıer ise belleğimizde tazeliğini koruyan bir olayın fotoğrafına yakından bakıyor: 11 Eylül’ün ardından ABD medyası. Yazar, yıkılan gökdelenlerin tozu bile kalkmadan ABD medyasının neredeyse “uygun adım” bir tepki gösterdiğini çarpıcı örneklerle tartışıyor. Şanlıer, terörist ve Müslüman sözcüklerinin birbirinin yerine kullanılır olduğu bir cinnet ortamında, haber medyasının yok edilmesi gereken “öteki”nin temsili resmini çizmekte mahir olduğunu da gösteriyor. Yazara göre bu sınavda sınıfta kalanlar arasında ABD medyası yalnız değil: Akademi de aynı listede yer alıyor.
Deniz Kılıç tarihi biraz ileri alıyor ve çalışmasında 11 Eylül sonrasında ABD’nin Irak’ı düşman ilan ederek saldırması sürecinin Türkiye’deki gazetelere nasıl yansıdığına bakıyor. Kılıç, gazetelerin savaşla ilgili bilgileri genellikle Batılı ajanslardan aldığını ve bu nedenle farklı yayın organları arasında söylemsel benzeşmeler olduğunu saptıyor. Bu durum, savaşa dair bilgiyi medyadan alan okuyucunun savaş tahayyülleri üzerinde de etkili olabilir.
Kitabın editörü Cangöz iki çalışmayla katkıda bulunuyor. İlk yazısında savaş haberleri üzerinden Iraklı kadınlara bakan yazar, çoğunlukla ihmal edilen bir perspektifin, feminist yaklaşımın penceresinden haberi nasıl okumak gerektiğini tartışıyor. Cangöz’ün araştırması, erkeklerin dünyasında erkeklerin savaşını anlatan erkekçe haberlerde kadının mağdur olmaktan öte işe yaramayan pasif kurban olarak sunulduğunu saptıyor. Savaşın trajedisini kadının acılı yüzünden yansıtan haberlerde bile erkeklerin oyununa geldiğimizi, işittiğimiz sesin kadına değil erkeğe ait olduğunu açıkça gösteriyor.
Cangöz, ikinci çalışmasında bir başka sorunlu alana odaklanıyor: İliştirilmiş gazetecilik. Profesyonel gazetecilerden ‘ben de savaştaydım ama iliştirilmedim’ diyenler aklımızda; ‘iliştirilmeseydim habere ulaşamazdım’ diyenler de. Savaş sırasında gazeteciliği unutup ‘düşmana’ karşı silaha davranmayı seçen muhabirlere de tanık olmuştuk geçmişte. Dolayısıyla sınırın nereye çizilmesi gerektiği tartışmasına aşina sayılırız. Verimli bir tartışma konusu bu: Bir taşla hem habercinin pozisyonunu etik açıdan tartışabiliyorsunuz, hem de ‘yakından bakmanın’ kimi zaman görmeyi bozabildiğini çarpıcı biçimde masaya koyabiliyorsunuz. Cangöz de yazısında bunu yapıyor.
Gülbin Özdamar da iliştirilmiş gazeteciliği irdelemiş; ancak konuya objektifin arkasından bakmayı tercih ediyor. Özdamar kavramı doğrudan savaş ortamına tanıklık eden foto muhabirleri üzerinden tartışmaya açıyor. İliştirilmiş gazeteciliğin tarihine dair bölüm son derece ilginç: Yazar, kavram olarak yeni görünse de ‘iliştirilme’nin muhabirler açısından hiç de yeni olmadığını, Osmanlı döneminde de fotoğrafçıların savaşta nasıl davranmaları gerektiğini tarif eden 1915 tarihli ayrıntılı bir ‘talimatname’ bulunduğunu anımsatıyor bize.
Etnik vurgulu habercilik
İkinci bölüm Sevda Alankuş’un çalışmasıyla başlıyor. Yazar, yaygın/ana-akım medya, radikal/alternatif medya ikiliklerinin yanına ‘başka medya’ pozisyonunu koyuyor ve giderek güven kaybına uğrayan geleneksel haberciliğin dışarıda bıraktığı öteki sesler için, barıştan yana ‘başka’ bir açılımı, yurttaş medyalarını imliyor. ‘Başka’ bir dünya ve ‘başka’ bir demokrasi için ‘başka’ medya tahayyülü, giderek kirlenen habercilik atmosferine şifa olabilir mi? Alankuş çalışmasında bunu tartışıyor.
Emre Gökalp ve Ege’nin karşı kıyısından Nikos Panagiotou bir araya geliyorlar ve spordan çok ulusal/yerel kimliklerimizin çarpıştığı bir muharebe meydanına çevirdiğimiz futbola ve medyaya yansımalarına birlikte bakıyorlar. Çalışmanın verileri, Türkiye’de ulusal nefretin hedef tahtasında sabitlenen Yunanistan’dan ve Türkiye’deki spor medyasından elde edilmiş. Sonuçlar çarpıcı: Her iki ülkede de militarist, milliyetçi ve etnik vurgulu bir habercilik çerçevesi kanıksanıyor. Düşmanlaştırıcı resmi politikaların ve ötekileştirici iklimin futbol medyası tarafından da pekiştirildiğini kolayca söyleyebiliyoruz.
Süleyman İnceefe, habercilik odaklı yazıların ardından, savaşı başka bir perspektiften incelemeyi teklif ediyor. Yazar, savaşın ileri iletişim teknolojileri sayesinde evlerimizde ‘sahnelendiği’ günümüzde, bizi doğrudan tiyatro sahnesine çağırıyor ve savaş karşıtı, özgürlükçü, şiddetin kaynağını sorgulayan bir söylemin dram sanatındaki olanaklarını zengin örneklerle tartışıyor.
Kitabın son yazısı Süleyman İrvan’a ait. ‘Barış gazeteciliği’ni tartışan yazar, bu yaklaşımın hayata geçirilebilmesi için bir dizi engeli aşmak gerektiğinin altını çiziyor. İrvan’a göre öncelikle barış gazeteciliğini özendirecek bir etik kod oluşturmak gerekiyor. Ardından medya kuruluşlarına çatışma ortamlarından bilgi akışını artıracak yöntemler bulmalarını öneriyor. Yazarın üçüncü önerisi ise gazetecilik okullarına: Ders programlarının barıştan yana bir vurguyla gözden geçirilmesi gerektiğini ileri süren İrvan, barış gazeteciliğine daha fazla yer talep ediyor.
Uygun Adım Medya objektifini medyanın göstermeyi reddettiklerine doğrultuyor inatla: Zalimin maskesi düşsün, barışın sesi daha gür çıksın diye.
UYGUN ADIM MEDYA
Bir Bilinç Körleşmesi
Derleyen: İncilay Cangöz
Ayraç Yayınevi
2008
279 sayfa
15 YTL.